Akdeniz ve Ege’de bu kadar gizli kalmış, kendini bu kadar yapılaşmadan koruyabilmiş koylar Datça’dan başka nerede var? Yarımada ,”bük” adı verilen koyları güneşin sofrasında birer mavi çanak gibi size cömertçe sunar.
Tarihçi Strabon’un “Tanrı yarattığı kulunun uzun ömürlü olmasını isterse, onu Datça Yarımadası’na bırakır” dediği söylenir. Bir akşamüzeri, ufuk çizgisinin üzerinde renkten renge geçen bulutlar dans ederken; Knidos Feneri’nin ışığı ay ışığıyla buluşurken, patikalarda kekik kokusu buram buram içinize dolarken, büklerden birinde gök mavisi sularda kulaç atarken, daldığınız kayalıkların arasında orfoz sürüleriyle burun buruna gelirken duyduğunuz mutluluk hiçbir şeyle ölçülemez.
Datça Yarımadası’nın tarihi denize bakar. Datça topraklarında bilinen ilk insan topluluğu Karialılardı. Onlar buraya yerleştiklerinde tarih 4000 yıl önceydi… Sonra Mikenler ve Dorlar Datça güneşinin altında uygarlıklar kurdular. Onları Lidyalılar, Persler, Büyük İskender, Rodoslular, Roma ve Bizanslılar izledi. Bölge Osmanlı egemenliğine girdikten sonra 1909’da Reşadiye adını aldı. Kuzeyden gelip Ege adalarına yerleşen Dorların kurduğu kentlerin en ünlüsüydü Knidos. Antik dönemin önemli liman kentlerinden biriydi. Ters rüzgarlara kapılmış ticaret gemileri bu korunaklı limana atarlardı kendilerini. Bugünse bahar aylarında yola çıkan Mavi Yolculuk tutkunları, deniz kıyısına yapılmış antik tiyatronun sessiz basamaklarına tırmanıyor, kucaklarında insan boyuna yaklaşan sarı beyaz yapraklı dev papatyalarla teknelerine geri dönüyorlar.2500 yıldır orada duruyor Knidos, denize armağan gibi… Datça Yarımadası’nın papatyalarını sulara uzattığı mavinin rüzgarla buluştuğu yerde...
DATÇA REHBERİ FOTOĞRAF GALERİSİ